Posts

on iki

berlin'de gördüm en son, berlin'de gençliğim en son berlin'deydi potsdamer platz'ta her bir yaşım, çimlere uzanmıştı acılarım, kaygılarım çimlerin üstünde; oracıkta, hepsi uzanmıştı işte gökyüzüne doğru uzanmışlardı hem de en son berlin'deydi benim gençliğim sonra o geldi, emretti on iki yaşıma ayağa kalk, dedi - çabuk - benim on iki yaşım korkaktır, sizler belki bilmezsiniz on iki yaşım çok korkar, ayağa kalkmaktan da korkar on iki yaşım, ne yapması gerektiğini bilmeyen biridir ölmek için yaşamıştır ve çokça da ürkektir. kalktı ayağa bu yüzden, kimseyi sorgulamadı kalktı ayağa, kimseye sebebini soramadı etrafına bak dedi o, - neredesin - on iki yaşımın gözleri kapalıydı, uzun bir süre de açmayacaktı çünkü nerede olduğunu biliyordu, kokusundan çünkü nerede olduğunu biliyordu, sesinden o emretti, aç gözünü, dedi. - neredesin ? - on iki yaşım açmadı gözlerini, "oradayım" dedi o ise gülüyordu; evet oradasın, oradasın, oradasın... "...

kirli

nefret ile doğan insanlar kirli, kirli, kirli elleri herkesin kanlı elleri önümde, arkamda, bıçaklanıyor tek bir nefes almadan, birilerinin geleceği büyük bir yara kanıyor, kanıyor duyan bir şahıs yok etrafta. peki söyler misiniz hanımefendi, siz, gencecik yaşınızda bıçaklanmaya hiç utanmıyor musunuz? birbirinden çelişkili ve vicdansız yüzlerce soru soruluyor arkanızdan her tarafımda ağlıyorsunuz binlerce masum bedensiniz siz, yara, bere içindesiniz yoksa o nefret, nefret dolu olanlar kin, kinden beslenenler onlar mı kıydı size de, bana kıyanlar? cehennem her tarafımızda bizim cehennem olmalı, bu dünya ve bizim bedenlerimiz... bundan böyle bedenlerimiz birer cehennem olacak hepimiz için ölüm, her nefesimizde bizimle olacak ama hanımefendi, lütfen, siz endişelenmeyiniz ölüm yalnızca sizin değil, onların da sonu olacak, hiç şüphesiz. böyle yaşamaktansa öldürmek mi istiyoruz biz yoksa - ölmek -  mi asıl emelimiz? bizler, bizler de ne yapacağımızı bilmiy...

soru

benim uzak diyarların birinde bir evim vardı evim olduğunu bilmez hiçbir zaman beni sormaz, ardına bile bakmaz duygularımla ilk tanıştığım ve aynı duyguların ilk lekesini aldığı yerde küçük bir kız vardı, henüz küçücük bir kız.  evrensel bir merakla bir şeyler öğrenirken evrensel bir şeref yoksunluğu ile merak etmediği tarzda şeyler öğretilen.    benim bir çocukluğum vardı     benim bir çocukluğum yoktu     bu kimse için değil     bu benim için ucu açık bir soruydu. benim uzak diyarlarda kalp atışlarım yaşama ve sevgiye olan inancım  ve de gözümüzün feri denilen,  asıl adı - çok muhtemel "ümit" - olan  varlığına tanıklık edemediğim  hiçbir acıma olmaksızın sol göğsümden sökülen duygularımın ilk tohumları vardı gelecek diye beklediğim bir "gelecek" hasret kaldığım dostluklar vardı  yitirdim hepsini, çaldırdım, katledildiler  belki de o gün as...

elveda

ben yine yollara koyuluyorum seni her bulamadıkça, kendimi bir nebze daha fazla kaybediyorum içimdeki sevgiyi zehirleyerek öldürüyorum ve korkuyu ayaklarımın altına alarak ona işkence çektirmeye çalışıyorum. yalnızlığın tasvirini  buz gibi suların nefes alışverişimi  kesmesiyle anlamaya çalışıyorum.         banyodaki kırık, küçük ve dolaplı bir aynaya         her sabah "ben kime dönüştüm" diye soruyorum  işte buncacık zamanda  paldır küldür gökyüzü benim başımda hortumlar, fırtınalar  kasırgalar, depremler ve volkanik patlamalar  aldığım yaralar ve yanıklar          gördüğüm işkence ve korku dolu rüyalar          hapistim ben aslında nice yıllar          bedenler, bedenler ve kirli eller  öleceğini bilen ve buna rağmen öldüren  öldürmekle kalmayıp öldürten          insana ...

bahşiş

kendimi bulmak için kendimde bulundum bir süre gözlerim daldı, takıldım kaldım bir melodiye melihat hanım'ın sesi olmalı gül gibi sesi olan hanım, o olmalı. başka bir isteğim? yok sağ olun, ben yalnızca kendimde bulunmaktayım. çay alabilirim belki ama açık olmasın sakın! yalnızca melihat hanımı dinliyorum teşekkürler garson bey. biliyorum kapatacaksınız ama kendimi bulamadığım için, birkaç saniye daha izin verseniz? herhalde bu yüzden batmazsınız zira siz batarsanız ben batarsam nasıl doyar bu aç çocuklar, haklısınız. kapınız her çalındıkça ben gelmiş olabilirim garson bey kendimi bulamadım bu gece, kusura bakmayın sizi de hayli meşgul etmiş olmalıyım.. ama siz bana bakmayın ben kendimi bulacağıma inansaydım aysel de gitmezdi atilla'nın başından aysel ve aysel gibiler gidecek diye size bu şiiri bırakmaktayım umarım ki sizi çok rahatsız etmedim dağıttım biraz, toparlanıp çıkıyorum bahşiş yerine buraya da size pek para etmeyen ufak bir şiir bırak...

uçurumun kenarında

vakti gelmiş bir özgürlüğü tam da uçurumdan atlamışken bileğinden kavramış bulunmaktaydım. rüzgarın uğultusu kulaklarımda - gürültülü bir orkestra - çello muydu neydi bu ya da üflemeli bir çalgı mıydı ama ölümün sesi olsaydı, bu olurdu. uğulduyordu rüzgar. velhasıl kelam, ellerim oldukça kaygandı - ve özgürlük de epeyce ağır - özgürlük senden, benden ağır! tutsak çocuklara daha ağır ve geleceğine koşarken vurulmuş şiddet mağduru bir kadına büyük bir yüktü. bileğinden yakaladım onu  - kıskıvrak - özgürlüğü yakaladım anlıyor musunuz, bileğinden. bir adam, güzel bir kadına uçurumun kenarında zorla sahip olmak istedi. ben de aşağıya ittim onu ittim, acımadım. hem de ayağımla ittim tekme attım ona! düştü, gözlerimin önünde aşağıya düştü! uçarken havalanamadı ben havalanır sanmıştım oysaki, ama düşürdüm onu. düştü yani, öldü anlıyor musunuz? ben yine de yakalamıştım özgürlüğü, bileğinden, yakalamıştım onu. yaşlı bir amca belirdi uçurumun kenarınd...
Turgut Uyar - Palyaço Seslendirmesi

turgut uyar ve palyaço ile söyleşi

turgut uyar karşımda bir rakı masasındayız galiba turgut, bir palyaço... ha bi de ben tabi! üç kişiyiz, ne kadar ağırız allah bilir! kaç çeker şimdi yalnızlığımız biz üç kişiyiz, ama kaç çeker yalnızlığımız... uzun yolculuklardan geldim ben mesela yeni yüzler gördüm ve yeni yüzsüzlükler gördüm yol boyunca benim içimdeki bu kişi, yani ben... galiba öyle deniyordu, evet ben! nereye aidim, buraya nasıl geldim işte onu bulamadım hala... Biliyor musun palyaço,  Yolculuğa çıktığımdan beridir aynaya da bakmıyorum.  Korkarım demiştin, öyle hatırlıyorum... Bakmadım işte bu yüzden,  Sakladım suretimi herkesten. Turgut da bakmıyormuş galiba, öyle demişti. Hepimiz biraz alçakmışız, sen demiştin.  Kim ne demişti?  Sen, sen bize "yaz!" demiştin!  Sen  yaz dedikçe yazdık,  Neden mi? E çünkü yazmasak ağlayacaktık...

yarım kalanların dünyası

benim bu anlattığım hikayeler pek senlik değildir. biliyorum elbet, fakat yalvarırım sen yine de beni önemsermişcesine tatlı tatlı konuşmaya devam et. ben sanki yüzlerce yıldır yaşıyorum, ama nasıl biliyor musun merak etme hızlıca anlatacağım, sonra da gideceğim, sabret. kısacası ben; öyle bir yaşıyorum, ama öyle bir yaşıyorum ki  sanki her nefes aldığım an üçyüzbin farklı şekilde ölüyorum. sen bilmezsin, anlamazsın benim dilimden biliyorum. ama üçyüzbin kere ölüyorsam bu ne demek söyler misin, bana bir cevap verebilir misin yoksa içinde yok mu hala en ufak bir istek?  farkındayım ben, anlamazsın sen pek benim dilimden. yine de bekle lütfen, anlatmalıyım sen ebediyen gitmeden. üçyüzbin kere ölmek demek:  öyle yaralar almışım ki, bu yaraları kapatamam demek resmi olarak ölmeden elbet. yaralarım kanamaya devam edecek ve benim yolumun sonu, bir dağın başında. dağın eteğinde değil doğru duydun, bir dağın başında. yarım kalmış hikayeler var,...

üç büyük darbe

bir taburede oturmuşuz dertlerimiz, biz durgun bakışlarımız ve bir de bakışlarımızı her kaçırdığımızda bizi kıskıvrak yakalayan ahşap bir masa. hapishanenin dört duvarı gibi etrafımıza dizilmişler sanki kopkoyu bir denizin ortasında yok, muhtaç olduğumuz o ada. belki, belki şu an yaslandığımız bu ahşap masa bizi dinlemek için kesilmiş koca bir ceviz ağacıydı; aldığı rüzgarlardan, onu kullanan hayvanlardan dolayı eskimiş... nasıl ki biz eskiden tam da ayakta durmaya çalışırken birbirinden farklı üçer darbeyle devrildik, işte öyle beklenmedik bir şekilde ahşap bir masa kendisinin de hiç tahmin etmeyeceği gibi bir ormanın derinliklerinde bulundu ve zorla devrilip, önümüze konuldu! yalnızca bizi dinlesin diye devasa bir ceviz ağacı beklenmedik bir biçimde alıkonuldu... o ki, rüzgarda ahenkle sallanan dallarını hayal ederken bile bizi dinlemekteydi fakat susmak, bizim için bu dünyada daha değerliydi. sonsuz bir sessizlikti bu, belliydi biliyorduk, konuşmak...

dalgalı bir elveda

süzülmek istiyorum ancak gökyüzünde değil dalgaların içinde, victoria. en içten, en samimi duygularımla kapkara bir denize doğru kendim gitmek istiyorum peki ya sen, victoria? sen de mi çok istedin, yoksa sırtındaki izler... onlar mıydı seni kanlar içinde görmek isteyen, victoria? söyle bana, seni öldürmek isteyen gerçekten senin ellerin miydi yoksa o lekeler miydi victoria... peki ya ben, ben neden böyleyim? seni yaşadıklarından kurtarmaya çalışırken şimdi benim ellerim mi vahşice getiren sonumu? yoksa şu an boğazımı sıkan beni hırpalayan bu defa benim geçmişim mi, victoria? sen bilirsin, tanırsın onu sorar mısın victoria, sorar mısın, neden gitmiyor ben ölmek istemiyorum ben daha yeni başladım victoria yeni başladım yaşamaya şimdi bitmek zorunda mı victoria? nefes alamıyorum söyle ona, sen tanırsın onu bıraksın boğazımı victoria... doğru, konuşamazsın. sen de susmak zorundasın victoria. elveda, victoria...

deniz feneri

Image
Uzaklarda görünen Bir deniz feneri Peşindeyiz, sen ve ben Ve bizim dışımızda, binlerce gemi. Sessizliğin içinden gelen böcek sesleri Ve karşımızda kapkaranlık bir denizin silüeti.. En kuzeyindeyiz bu adanın, Daha ileriye gidemeyiz. Yalnızca sen ve ben, Bir deniz fenerinin peşindeyiz. Saçlarımızı unutulmaz bir ahenkle dalgalandıran Büyük bir orkestranın eseriyiz. Parçası olduğumuz bu melodinin büyüsüne Kapılmışız, ikimiz de. Birden nefesinin sıcaklığı yanıbaşımda, Ben uzaklara dalmışken Fısıldadı kulağıma Ben feneri düşlerken... " Ona ulaşırsak, her yer aydınlık olacak. " Gecemizi aydınlatan bu devasa ışık İçimizdeki iyiliği sonsuz kılacak demiştin, Bir rivayete göre. Fakat ne sen ne de ben, fenere kadar gidemedik Oysa aydınlanmayı ikimiz de çok istemiştik. Bir zamanlar aydınlığı düşlediğimizi Hatırlayalım diye Küçük bir fotoğraf çekmiştik. Şimdi masa lambası Aydınlatıyor o fotoğrafı, Bizler hala karanlığız ama, Belki de gel...

misafir

Bugün kapımı tıklatan - nihayet - ölümdü! Bu tok vuruşlar, Ve ardından gelen uzun sessizlik, Sanki varoluşum büsbütün bir acizlik! Biten, ek olarak - gitmesi bitiren - her şey Ve ömrümü büyük bir titizlikle Tüketen her canlı misafirim bugün, hepsi kapımda. Fakat bu misafirlerden bir tanesini tekrar görmek, Bir saniye sonra Son nefesimi vereceğimi bilsem bile, Adeta bin yıllık acı çekmek demek! Benim kendi zihnime indirdiğim bu kepenk Umarsızca orantısız gücünü Bana kabul ettirmeye çalışan Kanlı ellere. Buna yol açan da İçimdeki korkak sesin gönderdiği Renksiz çelenk... Karabasan gibi boğazımda düğümlenen, Yüreğimi parçalayarak geçen - yutulmuş - kocaman bir haykırış... ... Uzun süren toplu bir sükunetin ardından, melekler beni Kapımdan dışarıya şiddetle sürüklediler Ve kanlar içinde üzerime gelen o çirkin eller Beni tuttular ve işte böyle asla Geri çekilmediler! Arafa adım attığım gün şeytan bana koştu Ve her geçen gün daha koyuya, En sonunda karanlığa bür...

sofradaki kaşık

Herkes kendi çöplüğünde, Kendi cehenneminde, Boğulmaya mahkummuş bu hayatta. Yıllarımdan kalan artıklar Boğazıma kadar geldiğinde anladım. Bir karga uçtu şimdi önümden Ölüm haykırışı gibi yankılandı sesi kulaklarımda Senin sesin miydi yoksa... - mümkün - Ağaçların dallarından gelen katliam sesleri Ve uğuldayan rüzgarın Boğazımı ince ince kesişi... - sevgiyle çakıyor ama şimşekler - Bak! Karanlığı şerit şerit aydınlatan bir ışık Gözlerimin önüne gelen bu karmaşık Geçmişimi yarıyor tam ortasından Binlerce parçaya. Çevremdeki her evin sofrasında eskimiş bir kaşık Yanlarına gelecek yemeği Ulaştırmayı bekliyor sahibine, Bıkmış bir şekilde. Ne kıpırdayabiliyor yerinden Ne duyuları var Ne de ne yaptığının farkında... Göz kapaklarımdaki bu yoğun ağrı Ve bitkinlik... Kaşık ve ben, bakışıyoruz şimdilik.

farkındalık

Ben, kurtulmak istememiştim karanlığımdan. Ben, Beni dengeleyen aydınlığı aradım sende Gözlerin eskisi gibi bakmazken bana Sen aydınlığı sevdirdiğini sanardın, Ben ise kurtulduğumu - aptalca - Halbuki tek bir gerçek vardı: Karanlığım ebediydi, seninle kaybolmuyor Sensiz de artmıyordu. Yoğun bir renksizlikti bu, seninle gelmemişti. Rüyalarımda buluyordu beni. Günaşırı kurduğum düşlerde, Uzaklara dalan gözlerimde... Bana dalgınlığımı sorduğun zamanlarda, Karanlık beni omuzlarımdan tutmuş, Kendisine doğru gelmemi emrediyordu. Fakat gittiğinde fark ettim, Sen bana ışık tutunca aydınlanmamıştım. Aslında uzağımdaki güneşin önüne geçmiştin. Işığınla mutlu olduğumu sanıp Güneşin sıcaklığını unutuyordum. Yakınıma gelip elindeki küçük feneri Yüzüme tuttuğunu fark ettiğimde, Kendi karanlığımı kucaklamayı çoktan öğrenmiştim.